Kaç/Göç: Edebiyat ve Kültür Araştırmaları
Talât Halman
... Sonra Çinliler, Uygur Ülkesinin tılsımlı taşını, sert kayasını ateşe
verdiler. Sonra üstüne keskin sirke dökerek, parçaladılar. Sonra parçaları birer birer Çin’e götürdüler. Son parça da gidince yurdun tüm mutluluğu bitti. Yedi gün sonra hükümdar öldü. Ülke felaketten kurtulamadı. Irmaklar kurudu, güllerin suyu çekildi, topraklar çatladı, ürün vermez oldu. Sonra bu hanın bir başka çocuğu hükümdar oldu. Ülkedeki hayvanlar, kuşlar, çocuklar hattâ
cansız varlıklar, hep bir ağızdan “göç göç” diye seslenmeye başladılar. Derin, sürekli, heybetli bir uğultu başladı. Uygurlar bu manevi işaretle, bu ilahi emre uyarak göç ettiler. Nerede durmak istedilerse, sesler “göç göç” diye seslendi onlara. Nihayet Beş Balık denilen yere geldiler, sesler kesildi. Uygurlar bildiler ki artık oraya yerleşmeleri lazım.Ve bu göç destanı, bu göç sesleriyle bir yerde yerleşim oluncaya kadar sürdü gitti. Ama Türk’ün manevi hayatında, Türk’ün ruhsal dokusunda göç sesleri adeta yüzyıllar boyunca hiç durmadan devam etti. Nitekim, Oğuz Kağan Destanı ve Dede Korkut Masalları hep o ilerleyişin, hareketin, devinimin, değişmenin güçleriyle doludur: “Gün tuğ olsun, gök kurigan.” Yani, “Güneş bayrak olsun, gök çadır.”
Çadır kültürü, at kültürü, hep ilerlemeye, başka yerlere gitmeye çalışan kültür, Türklerin adeta değişmez tarihî gerçeklerinden biridir. Bugün de, günahlarıyla, sevaplarıyla, eksikleriyle, erdemleriyle, göçebe kültürü, aklımızın, kişiliğimizin, ruhumuzun, yaratılarımızı
n bir yerlerinde sürüp gidiyor. Benim Türk kültürünü tahlil ederken üzerinde durmak istediğim bu boyut aslında.Göçebe kültürüne karşı bir olumsuz davranış vardır. Özellikle belirli dönemlerde, bazı kültür tarihçilerimiz, “yerleşik kültür ve uygarlık, teknolojik uygarlık, daima göçebe kültürden daha değerlidir,” tarzında yorumlar yapılmıştır. Göçebe ve göçer kültürün kendi özgün değerleri olduğu düşünülemez hâle gelmiştir. Halbuki, göçebe kültür bir toplumun dinamizmini, dinçliğini, dayanıklılığını, dayanışmasını, büyük ölçüde bir uzantı olarak, bir kültür varlığı olarak sürdürür. Bizler bu olguya bir takım Batılı kuramlar ve değerlendirmelerle bakarak olumsuz tahlillere yöneliyoruz. Ben şuna inanıyorum ki bir gün gelecek, bizim kültür tanımımız ve kültür b
ilincimiz, kendi varlığımız ve öz benliğimiz içinden, kuramlar, yöntemler, tahlil usulleri yaratabilecektir. Şu anda genellikle Batı’nın kuramlarına mahkum kalıyoruz. Kurduğumuz Türk Kültür Araştırmaları Grubu, genişleyerek, heyecan verici boyutlara ulaşmaya başlayan bu yeni yaklaşım, şoven olmadan Türk millî benliğini, Türk kültürünü incelemektedir. Kendi değerlerimize uzun süre dışarıdan baktık. Dış perspektiflerle, adeta kendimizi sürgüne göndermiştik. Kültürümüze oryantalistler gibi bakan insanlar olmaktan çıkarak, artık kendi kültür benliğimiz içinden değerlendirmeye yöneliyoruz. Bu girişim, herşeyden önce o bakımdan, bir noktada verim sağlayacaktır gibi geliyor bana.Ben göçebe kültürünü objektif olarak değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Benliğimizin, en özgün, hattâ bundan sonraki yaratıcılığımız bakımından en değerli olabilecek birçok yönleri, göçebe kültüründen içimizde kalanlarla ilişkilidir. İçimizde kalanlar derken, elbette bir ölçüde Jung’u, kollektif bilinci düşünüyorum. Daha yakınlara gele
rek, 1970’li yıllarda rağbet görmeye, şimdi kültür tahlillerinde izler yapmaya başlayan, memetic bilimini, meme’leri de göz önüne alıyorum: Richard Dawkins’in, 1970’lerde başlattığı kültür genleri anlayışı. Biz farkında olmasak da, varlığımızda yüzyıllar boyunca gelişmiş ve bir şekilde psikolojik dokumuza aktarılmış olan, kültür genleri vardır. Bu genler açısından, kendi kültür tarihimizi değerlendirerek, özümseyerek yeni yorumlara yönelmeliyiz. Türk kültürünün bir özgünlüğü varsa, onun en isabetli tanımlaması göçebe kültürüyle yapılabilir. Kültürde ne zaman başarılı olmuşsak, hep yeni araştırmalarla, arayışlarla, göçebe dinamizmi ile gerçekleştirmişizdir bunu. Hem yeniliklere açık ve değişmeye elverişli olmak, hem de özbenliğimizi sürdürebilmek - göçer kültürün verimliliği bundadır.Göçebe, at üzerinde giderken kendi dilini götürür, şarkılarını götürür, oyunlarını götürür. Yani yükte hafif ne varsa, onları kültür ögeleri olarak götürür. Belki, belki değil mutlaka, o hareket süreci içinde, mimari yaratmaz, somut eserler yaratamaz, ama soyut kültür bakımından, sanat bakımından, sesler, sözler bakımından ilginç bir canlı edebiyat yaratır. Onu hep yaşatır, dolayısıyla bizim halk şiirimiz ta Orta Asya’dan başlayarak, ilk örneklerini Divan-ı Lügat-it Türk
’te bularak, sonra da Anadolu’da yerleşik kültürümüz boyunca, büyük bir canlılıkla, büyük bir dinamizmle devam edebilmiştir. Bunu yabana atmamalıyız. Dikkat ederseniz, kültürümüzün en büyük başarıları - özellikle Osmanlı dönemindeki büyük eserlerin, camilerin, vakfiyelere dayanan külliyelerin yaratılması bir yana bırakılırsa - özellikle Anadolu kültürü bu göçebelik yöntemlerini, şamanizmi, animizmi sürdürmüştür. Ve imparatorluk kültürü kurulduktan sonra bile, bizim asıl benliğimizi sürdüren genellikle Anadolu kültürü olmuştur. Bugün, hâlâ tertemiz bir Türkçe konuşabiliyorsak, Arapça’nın ve Farsça’nın hegemonyası altında kalmamışsak, İmparatorluk döneminde, yüksek tabaka kültürü kendini Arapça’ya, Farsça’ya hiç değilse söz dağarcığı bakımından teslim ettiği halde, dilimiz, kültürümüz, türkülerimiz ve şarkılarımız, özgün bir canlılıkla devam edebilmişse, bunda önceki döneme ait kültür genlerimiz en büyük rolü oynamıştır.Bir çok eksiklik ve kusurlarımız da elbet göçebe kültürü yüzündendir. Büyük bir medeniyet kurup sürdürmüş olan bir Osmanlı İmparatorluğu felsefe yaratmamıştır. Belki bu aşırı bir genelleme gibi görünüyor ama - nasıl olup da bu kadar önemli bir yerleşik kültür, mimarisiyle, birçok başka eserleriyle, dünyanın çok önemli bir coğrafi alanına hakim olmasına rağmen, birçok kültürlerle, düşüncelerle, uygarlıklarla içiçe yaşadığı halde, felsefe geliştirememiştir? Bugün bile, bir filozofumuz yoktur. Felsefecilerimiz, felsefe öğretmenlerimiz vardır. Biz onları ne yazık ki, filozof gibi, felsefeye katkıda bulunan
kişi gibi görmeye çalışıyoruz; değillerdir. Entelektüel hayatımızda hâlâ yaratıcı değiliz. Bu, göçebeliğin bizim aklımıza bazı zincirler vurmuş olması yüzündendir denebilir. Ama bizim, büyük devrimleri hızla gerçekleştirebilmemiz de göçer kültürün itilimi sayesinde olmuştur. İslamiyeti Osmanlı döneminde bile bir sistem olarak değil de, sadece kültürümüzde bir nevi üst - değerler yapısı olarak, adeta eğreti kabul edip sürdürmüş olmamız, aynı olgunun sonucu olsa gerek.Yeni bir göçebe ruh, Atatürk dönemindeki
devrimlerde de kendini göstermişti, laikliğimizde de. Sözlü kültür ve edebiyatımızın ötesine giderek, siyasal kurumlarımıza bakıyorum da, ne kadar değişik dönemlerde değişik siyasal şartlar altında yaşamaya elverişli olmuşuz. Bizim kadar çok değişik siyasal sistemde yaşamış ulus çok azdır dünya tarihinde. Bakınız ilk göçebelik dönemlerinden sonra, beylikler, küçük devletler, iki oldukça büyük imparatorluk, ondan sonra bir ileri modern cumhuriyete geçiş. Tüm bunları kendi tarihi içinde başarabilmiş, bu çeşitliliği rahatlıkla yaratabilmiş olan kaç ulus düşünülebilir? Bunu düşünmek zorundayız, çünkü esas itibariyle hâlâ at üstünde göçebeyiz. Ünlü Türkolog Radloff’un dediği gibi, “Eğer Türk atlı değilse, Türk değildir.” Bu çok doğru bir gözlemdir. İmparatorluk döneminde bile, oturduğumuz yerde dinamiktik, daima atılımlarımız vardı, daima yeni yerlere yönelmek istiyorduk.Din tarihimizde de, dikkat ederseniz, Anadolu inançlarını yaşatan, yaratan herhalde tarikat kültürü olmuştur. Tarikatın kendi adı bile
yol. Biz daima yoldayız. Dolayısıyla, birçok yerleşik toplumlardan çok farklıyız. Niçin İranlılar’dan bu kadar farklıyız? Onlar da erken yerel kültürlerinden sonra, İslamiyet’e geçmişler. Ama Türk İslamı ne kadar farklı, çünkü İranlılar daima yerleşiktiler. Ufak ölçüde ülkenin kendi içinde, bazı nüfus değişmeleri, bazı canlılıklar, hareketler vardı ama Türkler gibi göçebe kültürden gelmiyorlardı. Bizim arketiplerimiz, bizim kültürel ve psikolojik dokumuz, göçer kültürle yoğrulmuştur demek hiç yanlış olmaz. Ne var ki biz bunları yine Batı’dan aldığımız kategorilerle, hep statik olarak değerlendiriyoruz. Halbuki, göçebeliğin dinamizmini bir nevi yeni ve bize özgü, kendi içimizden çıkan özgün bir yöntem olarak alırsak, bence Türk kültürünü çok daha iyi izah edebileceğiz. İdeoloji fena bir terim değil ama, ideoloji herşeyi izah etmiyor. Çünkü ideolojinin bir felsefî tarafı da olması lazım ki, bizim kültürümüzde o felsefî yapı yok, dolayısıyla ideolojiye fazla güvenemeyiz. Biz yaşantı düşünmeliyiz, dinamik düşünmeliyiz. İdeolojilere fazla bel bağlamamalıyız. Benim Halman’s Law dediğim İngilizce bir kuralım var: Totaliter rejimlerin doğuşu ve yıkılmasıyla ilgili bir Halman yasası. (1980’e doğru yayınlamıştım)“Halman’s Law on the Birth and Death of Ideologies: An ideology starts as an idea, becomes an ideal, develops into the common idiom, stumbles into idolatry, and ends up as idiocy.”
Aynı gözlem, kültüre de uygulanabilir. Özellikle bizim kültürümüzde, ideolojik uygulamanın yeterli olmadığına inanıyorum. Uzun tarihimiz boyunca, bazı dönemleri; elbette ideoloji açısından değerlendirebiliriz, ama ideolojiden kastettiğimiz şey, 1500 yıllık yazılı tarihimizi incelerken sadece bir öge olarak ele alınmalıdır. Metodolojik yönden de sadece bir bakış açısı olarak düşünülmelidir
.Hiçbir kültür tarihçimiz Türklerin yön, gidiş, hareket, dinamizm öge ve değerlerini göze almadı. Halbuki, yaşamımız da, ölümümüz de daima yolla, yönlenmeyle, gidişle ilgilidir. Ölümü bile biz göç olarak düşünürüz, “Göçtü gitti,” deriz. Arapça’dan da terimler almışız. Rihlet etmek. Dinimizdeki en önemli ögelerden biri, Türklerin İslami yaşantısı için, hicret ve hacdır. Her ikisi de bize çok yatkın. Hristiyan kültüründe, böyle bir gidiş, böyle bir hareket, böyle bir yolculuk düşüncesi, nispeten azdır. Biz
her türlü göçü yaşamış bir ulusuz. O bakımdan, dünya uluslarından farklıyız. Akla hayale gelebilecek her türlü göçü biz yapmışızdır. Önce Orta Asya’da, özellikle Göktürk döneminde göçer-konarlık ve yerel göçler. Göktürk devleti, bir aşiretler, kabileler topluluğuydu. Başkenti yoktu. Başkent önderin bulunduğu yerdi, daima bir yerden bir yere giderdi göçlerle. Asya içinde başka Türkler birçok yerlerde mevsimsel göçer-konarlar olarak yaşamışlardı. Konar, göçer, göçer, konar. Sonra büyük göç...dünya tarihinde pek az ulusun yaptığı ölçüde, hem o kadar çok sayıda insanı içine alan, hem de o kadar uzun mesafe aşan bir göç pek az bulunur. İç Asya’dan Ön Asya’ya kadar uzun bir süreç içinde, sayısını bilmiyoruz ama, herhalde yüzbinlerce yüzbinlerce Türk gelmiştir. Geldikten sonra Anadolu içinde ve çevresinde hareket hâlinde olmuşlardır. Ondan sonra da, Osmanlıların fütuhat tarzında göçleri var.Daha yakın zamanlara geldiğimizde, Osmanlı, göçleri kabul eden bir devletti. Osmanlı tarihini de Osmanlı topraklarına sığınmak üzere, gelen yabancıları ve soydaşları göç bakımından incelemek gerekir. Bu da önemli bir dinamiktir. Sadece Türklerin hareketi değil, Türk topraklarına dışardan gelişler. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra da Türk işçilerinin, çalışanların, dünyanın d
ört bucağına dağılışı...Göçmenlerimiz, gittikleri ülkelerde benliklerini çok koruyorlar, hattâ, belki aşırı koruyorlar. O ülkelerin kültürlerine ayak uydurmadan, baki kalabiliyorlar. Göçebe toplulukların göç gerçeği gibidir bu. Eski terimle müteharrik, mütehavvil diyebileceğimiz, şimdi devinim yapan ve değişken bir toplum diye tanımlayabileceğimiz bir toplum. Hareket eden, bazı değişmeler geçirirken temel kültür özelliklerini koruyan bir toplum. Bu arketipler (“art tür”, “ilk örnek,” “ön-tür”) içimizde yaşıyor.Benim yapmak istediğim, birtakım sorular sorarak, gerekirse spekülasyonlar yaparak, işte bu göçebelik ruhunu irdelemek: Türk kültürünü çeşitli yönleriyle, nasıl şekillendiriyor? Bizim kurumlarımızı nasıl yaratıyor ya da etkiliyor? Bütün bu göç türlerini bir arada düşünürsek, herhalde Türk kültür tarihi, dünyada başka hiçbir ulusun tarihine ve kültürel özelliklerine benzemeyen bir hüviyet taşımaktadır gibi bir sonuca varabiliriz. Bunu araştırabilecek miyiz? Araştırmıyoruz. Çünkü göçebelikten utanan kü
ltür tarihçilerimiz onyıllar boyunca egemen oldu. Halbuki, kültür genlerimiz adeta bir nevi DNA gibi düşünülerek, birçok bakımlardan incelenmeli. Niçin incelenmeli? Çünkü bunu yapmadıkça biz kendimizi, herhangi bir İslam toplumu olarak değerlendirmek zorunda kalıyoruz. Oysa bu, yanlış bir ideoloji, yanlış bir metodoloji. Yahut, batılılaşma sürecine girmiş bir toplum olduğumuz için, kendimizi herhangi bir erken Batı modeli toplum gibi değerlendiriyoruz. O zaman, kendimizi ancak Batıya yönelik özelliklerle yorumlayabiliriz. Oysa bunların ötesine gidilmesi ve otantik psiko-kültürel özelliklerimiz bakımından kendi hüviyetimizi vurgulamamız gerektiğine inanıyorum. Bizimki sui generis bir kültürdür – kendine özgü, benzeri olmayan. Bunu söylerken eşsiz, emsalsiz, fevkalade, dünyanın bütün kültürlerinden üstün gibi bir demode şovenizm yapmıyorum. Nesnel olarak, biz çok farklı bir ulusuz. Farklı olmamızı sağlayan, bence çok büyük ölçüde İslamiyetin o yaygın, boğucu etkisinden önce, apayrı laik, dinamik bir göçebe kültürüne sahip olmamızdır, o kültür mirasının devam etmekte olmasıdır. Biz özgün bir ulus ve özgün bir kültürsek, ki ben öyle olduğuna kesin olarak inanıyorum, bu gerçeğin kökleri daima göçebeliktedir. Göçebeler, kendi kültürülerini buraya taşımışlardır. Biz onu yaşatmışızdır ruhumuzda, kalbimizde. Onun ötesine giderken, yeni bir sentez yaratmışızdır. Göçebeliğin kültür yönünden önemli taraflarından biri, sentez yapabilmesidir. Bir yerde sıkışıp kalmaması, bir “klostrofobik” hüviyete bürünmemesi, bütün onların ötesine giderek, değerli bulduğu, yararlı bulduğu, benimseyebileceği her ögeyi alıp, ortaya yepyeni bir sentez çıkarabilmesidir. Biz bunu yapmışızdır. Dolayısıyla Türk kültürünü belirli bir metodolojiyle, şu kültür tarihçisinin görüşüyle, herhangi bir formülle ifade edemeyiz, tahlil edemeyiz, değerlendiremeyiz.Bizlere çok büyük bir iş düşmektedir. Bu çoktan başlamalıydı. Şimdi yapmamız gereken, Batı alışkanlıklarından kurtularak, ama onları çok yararlı perspektifler olarak düşünerek, kendi kültürümüze içinden yeniden bakmak, bize özgü olan şeyleri bulmaktır. Bu ne milliyetçiliktir, ne şovenliktir. Bu bence bizim Türk Kültürü Araştırma Grubu çalışmalarımızda, yaşamsal denecek kadar zorunlu olan bir gerekliliktir. Yoksa, biz hep yanlış değerlendirmeler ve
karşılaştırmalarla kendimize haksızlık edeceğiz. Yabancılar da bizi özgün olarak görmeyecekler, göremezler. Çünkü, onların bizim içimizdeki değerleri, bizim kadar halisane, bizim kadar “otantik” olarak keşfetmesine, bulmasına imkan yoktur.Şimdiye kadar kültür tarihi bakımından bocaladık. Kapsamlı bir kültür tarihi yazmadık. Kendi kültür tarihini yazmamış en büyük, en kalabalık ulus bence Türk ulusudur. Bölük pörçük bir takım çalışmalar vardır ama tümüyle Türk kültür tarihi hâlâ yazılmamıştır. Çeşitli döne
mleri değerlendiren çalışmalar var. Yetmiş dört tane üniversite kurmuşuz. Onbinlerce hocamız var. Ama hiçbir üniversitemizde tek bir kültür tarihi dersi yoktur. Türkiye üniversitelerinde başlangıcından bugüne kadar, bu kültürün bütünlüğünü, devamlılığını ve değişmelerini tek bir ders çerçevesi içinde gözden geçiren, öğrencilere bunun bilincini veren, yeni yöntemlerle onları düşünmeye sevk eden, özendiren tek bir ders yoktur. Bu inanılmaz bir şeydir. Selçuklu mimarisi dersi bulursunuz, Cumhuriyet’te modernleşme dersi bulursunuz, belki Uygur dili ve edebiyatı dersi bulursunuz, ama bunlar bölük pörçüktür. Biz kendi üniversite öğrencilerimize bile, Türk kültür tarihinin haysiyetini, bütünlüğünü, ne kadar önemli bir sentez olduğunu gösterecek tek bir ders vermediğimiz gibi, tek bir önemli, kapsamlı kültür tarihi de yazamadık. Kültüre yaklaşımlarımız da özgün değildir. Birçok alanlarda bilimlerimiz yaratıcı değildir, sadece aktarıcıdır. Teknolojiyi büyük bir rahatlıkla alıyoruz - göçebe rahatlığıyla. Belki başka uluslar yabancı teknolojiyi bizim kadar dinamik bir şekilde alamıyor. Biz kolayca alıp kullanıyoruz, ama geliştirmiyoruz. O teknolojiye bir katkıda bulunmuyoruz. Şimdiye kadar, uzun tarihine rağmen, tek bir bilimsel icadı olmayan, tek bir coğrafi keşif yapmamış olan tek büyük ulus biziz belki de. Bu, şaşılacak bir gerçektir, utanılacak bir gerçektir. Çünkü, göçebeler gibi zihinsel tembellik içindeyiz. Yalnızca alıyoruz, aktarıyoruz, vermeye çalışmıyoruz, yaratmaya çalışmıyoruz.Ama, hangi alanlarda yaratıcıyız? Osmanlılar belirli bir coğrafyaya yerleşince genlerinde göçebelik olmayan Mimar Sinan gibi büyük dahilerden yararlanmasını, pragmatik olarak bildi, becerdi. Böylelikle, muhteşem camiler, büyük binalar yaratabildik. Asıl başarımız, göçebe geçmişinden ge
len Türklerin asıl başarısı, şiirdir, müziktir, türküdür, halk oyunlarıdır.Çicek aşısını Türklerin bulduğu söylenir. Hayır. Çiçek aşısını at sırtında, Çinlilerden alıp getirmişlerdir. Sadece bir taşıma işlevidir o. Derler ki, Türkler ilk matbaayı keşfetmişlerdir. İlk matbaayı Çinliler keşfetmişti ama muhtemeldir ki Orta Asya’dan veya Çin topraklarından, Anadolu’ya doğru, Batı’ya doğru yine at sırtında Türkler getirdi. Bugün hâlâ taşıyıcıyız. Yaratıcı değiliz. Bunun ötesine gitmemiz şart olmuştur. Ama bakınız bütün gayretlere rağmen, hâlâ Türkiye’de çalışan çok önemli bir mucit yoktur. Geçtiğimiz 130 yılda, Türkiye’de 22.000 patent alınmıştır. Bunların 20.000’i yabancı şirketlerin son on yılda kendi ürünlerini korumak için aldıkları patentlerdir. Yeni icat
lar değildir. Hepsi dış kökenlidir. 130 yılda Türkler sadece, 2000 patent almıştır. Bunların hemen hiçbiri, dünya bilimine ve teknolojisine katkı olmamıştır. Halbuki Amerika’da haftada 4000 ila 5000 patent alınıyor. Belki bu karşılaştırma, kendimize haksızlık ama ben öyle olmadığına inanıyorum. Bunca yıllardan sonra, bu kadar gayretten, batılılaşmadan sonra Atatürk Türkiyesi’nde bile, Cumhuriyet’in 80. yılına yaklaşırken hâlâ bu kadar az buluş yapma ihtiyacı, isteği, özeni olması çok üzücüdür.Artık bu bakımlardan göçebe olmayalım. İcat etmeyen, sadece bulduğunu alıp kullanan, bedavacı bir bilimsel toplum olmayalım. Şu bakımdan da dikkatli olmak zorundayız: Bilim adamlarımızın, üniversitelerimizin yayımladığı kitap, makale ve bilimsel araştırmaların pek çoğ
u, belki dörtte biri, hattâ üçte biri Batı kaynaklarından uyarlama ya da gizli çeviri veya uyarlama, yahut da pervasızca çalıntı olduğu söylenebilir. Artık özgün olmak zorundayız. Özgün olmak da ancak, kendi kültürümüzün tarih boyunca öz değerlerini saptamakla iç dinamizmini keşfetmekle, onlara yönelmekle olur.Göç, göç, göç...Evet, göç ediyoruz. Bir yandan da fikrî ve manevi göçe yönelmek zorundayız. Ütopya, bir göçebe için, yaşanan bir gerçektir.
Göçebenin metafiziğe ihtiyacı yoktur. Çünkü, hem fiziği yaşar, doğayı yaşar, yeri yaşar, onlarla beraberdir, içiçedir. Hem de, metafiziği yaşar. Ve ütopyayı daima kendi içinde götürür. Ona bile gereksinimi yoktur. İmgelemini kullanmadan yapabilir, çünkü göçebe için daima gideceği yer ütopyadır. Ve onun ötesinde
bilir ki, bir başka ütopya daha vardır. Bir “mev’ud belde” vardır. Daha güzel yerlere gitmek mümkündür. Türk kültürünün dinamizmi bu şekilde gelişmiştir. Daima daha iyi yerlere gidebileceğimizi düşündük. Bazen de ne yazık ki, bir moral bozuntusuna uğradık. Daha iyi bir yerin ancak, öldükten sonra kavuşacağımız dinsel bir cennet olduğuna inandık. Ama bu dünyada kendi cennetimizi yaratmak düşüncesi bizde hemen hemen hiç olmadı. Ancak, burayı bırakıp, daha iyi bir yere gidebiliriz diye çok dar bir görüşle yetindik. Bulunduğumuz yerde cenneti yaratmak, yepyeni bir büyük şehir yaratmak, yepyeni bir uygarlık kurmak idealimiz olmadı. Büyük Osmanlı uygarlığımız bile sıfırdan bir şehir yaratmamıştır. Göçebeliğin verdiği zararlardan birisidir bu. Hiç değilse öyle bir idealimiz olmalıydı: Yepyeni bir şehir yaratmak. Ankara bile Cumhuruyet’in bir ideali olarak, yarım yamalak bir yaklaşımdı aslında, çünkü mevcut bir şehirdi. Onu geliştirip değişik bir şehre dönüştürdük. Bozkırda, sıfırdan başlayarak, çağdaş, ileri, dünyaya örnek olabilecek, modern mimari eserleriyle dolu, yeni bir yaşantı getiren, kültürü özgün bir şehir yaratmak düşüncemiz hiç olmadı. Yalnız Orta Asya Türkleri Semerkant ve Taşkent gibi bir iki şehir yarattılar. Orta Asya’nın ötesine geçip Anadolu’ya gelen at üstündeki göçebe Türkler, yerleştikten sonra bile, büyük somut eserler yaratsalar bile, şehir yaratmadılar.Bundan sonra, şehir yaratmak, kültür yaratmak, uygarlık yaratmak yolunda ilerlemeliyiz. Bizim ütopyamız bu olmalı. Biz ilerlersek, göçebe dinamizminden yararlanırsak, bir yerlere gideceğiz, birşeyler yapabileceğiz. Ancak, herşeyden önce, bu tarihsel ve kültürel bilinci sağlamamız, belki yaratmamız lazım. Onu yapmanın yolu da, sizler gibi Türkiye’nin en seçkin entelektüellerinin birlikte çalışm
ası ve millete, bütün entellektüel alemimize ve dünyaya şunu göstermesidir: Bizimki, yalnızca özgün bir kültür değildir, kendine özgün yöntemlerle değerlendirilebilecek bir kültürdür aynı zamanda.
Bant Çözümü: Şule Tarakçıoğlu